Recâi Efendi
Fotoğraflar
Sanatkâr Hakkında
Maden Kalemi ser-hâlifesi Nûreddîn Efendi’nin oğlu olarak H. 1218/M. 1804'de Sütlüce’de doğdu. Asıl ismi Mehmed Şâkir olmakla beraber, henüz 13 yaşında iken yazdığı Amme cüzü ile Filibevî Mehmed Efendi’den icâzetiyle beraber aldığı "Recâ’î" mahlâsı, isminin önüne geçmiştir. Tahsîlini tamamladıktan sonra babasının görev yapmakta olduğu kaleme mülâzım olmuş, daha sonra Defterdâr Mektubî ve Dîvân-ı Hümâyûn kalemlerinde görev alarak resmî kitâbeti öğrenmiştir.
Cizye muhâsebecisi olduğu esnada Kasabbaşı Şâkir Efendi’nin kâtibi iken, Dâmâd Halîl Rif‘at Paşa’nın Tophâne Müşîriyeti’ne nasbında dîvân kâtibliğine tayin edilmiş ve onun himmetiyle H. 1253/M. 1837’de hâce rütbesiyile Dîvân-ı Hümâyûn Amedî Odası’na memur edilmiştir. Bir müddet sonra mütemâyiz rütbesiyle Takvîm-i Vekayi muhârrirliğine, H. 1264/M. 1848’de de ûlâ sınıf-ı sânî rütbesiyle vak’a-nüvisliğe terfi edildi. Âmedî-i Dîvân-ı Hümâyûn Fu’ad Efendi’ye bir süre vekîl olup H. 1265/M. 1849'da ûlâ sınıf-ı evveli rütbesi ile Takvîmhâne-i Â’mire Nezâreti’ne getirildi. H. 1269/M. 1853'te serkeşane yaşam tarzı nedeniyle azledildi.
İki sene süren mazûliyeti esnâsında yaşam tarzını değiştiremediğinden bir hayli sıkıntı çekti. Nihâyet Koca Reşîd Paşa’nın sadâretinde Meclis-i Ma’arif âzalığına ve ardından def’aten Takvîmhâne-i Â’mire Nezâreti’ne tayin ve iki sene sonra Meclis-i Vâlây-ı Ahkâm-ı Adliye âzalığına naklolundu. H. 1275/M. 1858/1859’daki tensîkatta 10000 guruş mazûliyet ma’aşı tahsîsiyle açığa alındı. Bir müddet sonra Kafkasya muhâcirlerinin vaziyetini tespit için kurulan komisyonun âzalığına getirildi. H. 1280/M. 1863/1864 senesinde Bosna ve ardından İşkodra vilâyetleri kapı kethüdâlığına tayin olundu. Son zamanlarında yaşadığı manevî sarsıntıların tesiriyle rahatsızlanarak, H. 13 Şevvâl 1291/R. 23 Kasım 1874 tarihinde vefât etti. Eyüp Sultan İmâreti karşısındaki hazîrede medfun babasının yanına defnedildi. İbnülemin’in metnini vermiş olduğu mezartaşı bugün mevcut değildir.
Hocaları
Talebeleri
İbnü’l-Emin Mahmud Kemal İnal, Son Hattatlar İbnülemin Mahmud Kemal İnal
Takvimhâne-i Âmire Nezâreti’nden azlinin sebebi şudur: Bir gece
atına binüb Beyoğlu’nda gitdiği tiyatronun kapalı olduğunu görür. Dönerken – kendi
ifâdesile – kaza-yı hâcet iktizâ ve “şiddet üzere tekāzâ” etdiğinden uşağının gösterdiği
bir eve girüb çıkdıkdan sonra zabtiyye neferleri, üstüne hücum ederek o evin umûmhâne
olduğunu söylerler ve Zabtiyye Da’iresi’ne götürüp bir gece orada bırakırlar.
Ertesi gün Takvimhâne’ye gider, müte’akiben azil haberi gelir.
İki sene mâzûl kaldı. Pek ziyâde zarûrete giriftâr oldu.
Mahdum-ı ekreminin ifâdesine göre; mâzûliyeti esnâsında işrete alışarak düşkünlük derecesine vardırdı.
On sene gâh ayık, gâh baygın olarak yaşayub nihâyet işretden vazgeçdi.
...
Merhûm, orta boylu, kırmızı yüzlü, kalın kaşlı, iri elâ gözlü,
burnu büyükçe ve ucu aşağıya mâ’il, cephesi geniş ve başının arkası çıkıntılı
idi. İslâm ilimlerine, Şark edebiyatına lâyıkıyla vâkıf, inşâda mâhir idi. Şi’ir
de söylerdi. Hayatı müddetince mütâle’a ve tetebbu ile meşgûl oldu. Zarif,
bezle-gû, lâ’übâli, nükte-perver, mizâha mâ’il, hâfızası metîn, kerîm ve mütevazı’
idi. Letâ’if ve zerâ’ife aid fıkralar ve şi’irlerle – dâhil olduğu – meclislere
safâ verirdi.
Kudret-i ilmiyyesinden birçok şey beklenirken bütün âsârı, dîn-i
İslâm aleyhinde vaktile neşredilen Miftâhü’l-esrâr isimli Acemce risâleye yazmağa
başlayub ikmâl edemediği reddiyye ile diğer bir iki risâleden ve birkaç mekāle
ile mektuplardan ve yirmi-otuz gazel, târih ve kıt’adan ibâretdir.
Sülüs, celî ve nesihde mehâret-i kâmile gösterdiği zeman ta’lik
ile de meşgûl olub mü’ahharen terketmişse de altmış yaşından sonra tekrâr başlıyarak
onda da kudret kazandı. Recâ etdiği bir yazıyı tersim ve tanzîm ederken, Ekrem
Bey’in takdir ve tevkirde bulunması üzerine “Ey oğul, az mı emek verdim?
Bununla beraber kemâl mertebesine yetişemedim. Hele yazdığım şeylerin kusurunu şimdi
gözüm görüyor. Fekat ıslâhına elde kudret yok. Senin ihtiyâr olduğun var mı?”
demiş ve ketebe aldığı sıralarda pirinç tanelerine İhlâs Sûresi’ni yazub yuttuğunu
nakletmişdir.
Ben ta’lik yazısını görmedim. Celî, sülüs ve nesih yazılarını
görüp letâfetini takdir etdim. Rık’a yazısı da güzeldir. Hafîdi değerli erbâb-ı
kalemden Ercümend Ekrem Bey, bana iki sülüs ve nesih yazısını hediyye etmişdi.
Buraya dercedilen yazı o ikisinden biridir. Diğeri evrâk arasında kayboldu.
Musikîye de âşinâ idi. Ney üfler, keman çalardı. Gâyet güzel
möhür kazar, kitab ciltler, yazı tezhib eder ve Kâbe örtüsü dokurdu.
Kendinin ve oğulları Celâl ve Ekrem beylerin terceme-i
hâlleri, Son Asır Türk Şâ’irleri isimli eser-i naçizde mufassalan yazılıdır. O
eserde yazdığım hoş bir fıkrayı buraya naklediyorum:
Boğaziçi’nin en parlak zemanlarında bir Temmuz gecesi halk,
kayıklar ve sandallar ile mehtap âlemi yaparlarken Recâî Efendi de gecelik kürkünü
giyüb kayığa biner. Halkın zevkine iştirâk eder. Bir yandan da rakı içüb balık
avlar. Baş-mâbeyncilerden ve Kanlıca sakinlerinden Nevres Paşa, mehtap âlemlerinin
letâfetinden bahis ile denize çıkılub eğlenilmesini Sultan Abdülazîz merhûma
arzeder. Pâdîşâh muvâfakāt ederek bir gece kayıkla halk arasında dolaşırlar.
Yakınında durdukları bir kayıkda ihtiyâr bir âdemin bir tarafdan rakı, bir
tarafdan olta atması pâdîşâhın hoşuna gider. “Şu ihtiyâr, tuhaf bir âdeme
benziyor. Biraz sataş, bakalım ne yapar?” der.
Esâsen latîfe-kâr olan Nevres Paşa - balıkçı ıstılahı ile - “Baba
efendi, nasıl balık baş vuruyor mu?” der. Beriki “vuruyor!” demekle iktifâ
eder. Nevres Paşa, tekrâr tekrâr “Baba efendi, balık baş vuruyor mu?” demesile,
kafası tütsülü olan efendi, fena hâlde hiddetlenerek yüksek sesle “Be herif! başımı
şişiriyorsun. Musallat olma, işine git. Anlaşıldı ki sen geveze bir herifsin.
Ya şu kara sakallı âdeme ne diyelim, senin saçmalarını dinliyor da sesini çıkarmıyor.”
der. Pâdîşâh da, kahkahayı zor zaptederek “Haydi renk vermeden ayrılalım!” der.
Efendinin kayıkçısı, kayıkçıların düğmesinden saraya mensub olduklarını anlayub efendiye anlatınca bî-çâre âdem, pek ziyâde ürker, arkadan kovalıyan varmış gibi sür’atle yalısına döner. Bir musibete oğrayacağına – keyif hâlile – hükmederek sabahı zor bulur. O ihtiyârın hüviyyeti tahkîk edilerek ertesi gün saray kayığı ile bir yâver gelir. Pâdîşâhın emri mucibince efendiyi ürkütmeden hurmetle saraya götürür. Pâdîşâh, bi’l-vasıta iltifât ve taltif etdikden başka canlı bir âtiyye ile efendiyi deryâ-yı meserrete garkeder. Âdemceğiz, korkunç bir ruyâdan sonra se’adete kavuşanlara benzer.
Ketebe.org İsmail Orman
Sülüs ve celîsi ile nesihte zamanının mümtâz hattatlarından biri olan Recâ’î Efendi, evâhir-i hâlinde yeniden ta’likle de meşgûl olduğu bilinmektedir. Aklâm-ı sitteyi Filibevî Mehmed Efendi adlı bir hattattan öğrenmiş, ayrıca daha sonra tekemmül için Mustafa Râkım Efendi’ye devam etmiştir. Nitekim onun sâyesinde hüsn-i hattın dekayıkına vâkıf olarak, en değerli tilmizi hâline gelmişti.
Sicill-i Osmânî mü’ellifinin beyânına göre, Nusretiye Cami’nin yazılarını yazmağa me’mur edilen Mustafa Râkım Efendi’nin felce uğraması üzerine, yazıları itmâm etme görevi kendisine tevdi edilmişti. Bu görevi lâyıkıyla ifâ eden Recâ’î Efendi’nin, hocasına duyduğu saygı nedeniyle âsârına ketebe koymamış olması yüzünden, hangi yazıların ona ait olduğu tefrîk imkân hâricindedir. Zirâ, yazısını hocasınınkinden ayırtedebilmek mümkün değildir.
H. 1248/M. 1833 senesinde vefât eden ilk eşi Edâkâr Emîne Hanım’ın Cerrâh Paşa Cami’ndeki mezartaşının kitâbesinde sülüsteki kudretini ispât eylemiş olan Recâ’î Efendi’nin neşretmiş olduğumuz âsârı, Mustafa Râkım’ın şâkirdliğine bî-hakkın lâyık olduğuna delâlet etmektedir. Ayrıca Yahyâ Efendi Türbesi’nde H. 1266/M. 1849(Env.no: 1) ve Sümbül Efendi Türbesi’nde de H. 1277/M. 1860(Env. no: 2) tarihli mushâf-ı şerîfleri bulunmaktadır ki, hatt-ı nesihteki kudret-i fevkaladesinin şahidleridirler. Halîl Rif‘at Paşa’ya ihdâ eylemiş olduğu küçük kıt‘a Kur’an-ı Kerîm’in akıbeti ise tesbit edilememiştir.