قاضي عسكر مصطفى عزت
الصور
نبذة عن الفنان
ولد في طوسيه في 1216 هـ/ 1801 م كابن لأغازادة مصطفى أغا. يعود نسبه العائلية من الجهة الأم إلى الشيخ سيد إسماعيل الرومي. بعد وفاة والده، أُرسلته والدته إلى إسطنبول وهو لا يزال طفلاً. في سن الثالثة عشرة، وأثناء دراسته في المدرسة الكورشونلو الرئيسية في فاتح، دخل تحت رعاية سلاحدار غازي أحمد باشا زاده علي باي بعد إلقاء قصيدة في حضرة السلطان محمود، الذي خرج للتحية الجمعة في مسجد الهداية في باغجه قبوسو، وتم تقديرها.
بعد ثلاث سنوات من التعليم والتربية تحت إشرافه ودورات في الخط، تم تعيينه في قصر غلطه. بعد أن بقي هناك لثلاث سنوات، تم قبوله في اندرون في 1236هـ/ 1820 م برعاية سلاحدار علي باشا. هنا، تلقى دروساً في الموسيقى. ومع ذلك، في وقت لاحق، مع رغبته في أن يصبح جنديًا، طلب من القصر أن يغادر مقامه. عندما تم رفض طلبه، غادر القصر لأداء فريضة الحج في الهجرة 1245/الميلاد 1829 بمنحة قدرها 100 قرش.
سافر إلى الحجاز مع قيصريلي على أفندي الذي كان شيخ من شيوخ النقشبندية، وانضم إلى خدمة الشيخ محمد جان الذي خلف عبد الله الدهلوي. من هناك ذهب إلى مصر وبقي هناك لمدة 7 أشهر. بعد العودة إلى إسطنبول، استقر في نزل بالقرب من حمام محمود باشا وحاول الابتعاد عن حياة القصر بشكل عام مع عمامة النقشي على رأسه وخرقة الدهلوية على ظهره.
ومع ذلك، كان السلطان محمود، الذي شاهده يؤدي الإقامة في مسجد بايزيد في يوم رمضان، غضب عليه لترك خدمته وارتداء هذا الزي الصوفي، وأمر بنفيه. مصطفى عزت أفندي، الذي عفي عنه بفضل وساطات فاز بمحبة السلطان محمود مرة أخرى، واصل حضور المجالس الموسيقية للسلطان حتى نهاية حياته وكان مستلمًا للعديد من التكريمات والإطراءات. في تواريخ متعددة، تم تعيينه مع دوَّر في تدريس الموسيقى والخط في القصر.
بعد تولي سلطان عبد المجيد، تم تعيينه خطيبًا لمسجد أيوب. كما تم تعيينه حاكمًا لأوقاف مسجد لاله لي. في محرم 1261 هـ (يناير 1845م)، تم تقدير الخطبة التي ألقاها في مسجد أيوب بحضور سلطان عبد المجيد، وأصبح الإمام الثاني في القصر. في هذه الأثناء، ارتقى بسرعة في رتب العلماء وتم تعيينه قاضيًا في سلانيك، ومكة، وإسطنبول في تواريخ مختلفة. في رجب 1265 هـ (مايو 1849م)، تم تعيينه قاضيًا عسكريًا للأناضول.
في ذي الحجة (نوفمبر) من تلك السنة، تم إعطاء مصطفى عزت أفندي، الذي كان أيضًا إمام رئيسي، لقب قاضي عسكري لروملي. في العام التالي، تم تعيينه مدرسًا للخط للأمراء ومستشار للأمير عبد العزيز. بعد الاستقالة من الإمامة في الهجرة 1269 / الميلاد 1852، تم تعيينه مرتين كعضو في مجلس الولايات أولاً، وبعد ذلك أصبح قاضي عسكري لروملي.
توفي مصطفى عزت أفندي في 27 شوال 1293 هـ (16 نوفمبر 1876م) أثناء خدمته كعضو في المجلس، ودُفن في مقبرة الطريقة القادرية في طوبخانه التي كان منتسبًا إليها. خلال دفنه، قيل أن شخصًا فاضلًا قال: "يا سادة، ما دفناه هنا هو صدر المعرفة!". كتبت الكتابة على قبره من قبل محسن زاده عبد الله بك، أحد تلاميذه.
أعماله
-
Hüsn-i HatH. 1268 / M. 1851-1852
-
Ta’lîkH. 1258 / M. 1842-1843
-
Nesih, SülüsH. 1263 / M. 1846-1847
-
Nesih, SülüsH. 1282 / M. 1865-1866
-
Ta’lîk
-
Nesih, SülüsH. 1263 / M. 1846-1847
-
Celi SülüsH. 1264 / M. 1847-1848
-
Celi SülüsH. 1271 / M. 1854-1855
-
Nesih, Sülüs
-
Celi SülüsH. 1287 / M. 1870-1871
-
Celi SülüsH. 1277 / M. 1860-1861
-
Celi Talik
-
Nesih, SülüsH. 1230-1293 / M. 1814-1877
-
Nesih, SülüsH. 1264 / M. 1847-1848
-
Nesih, SülüsH. 1263 / M. 1846-1847
-
Celi SülüsH. 1279 / M. 1862-1863
-
Nesih, SülüsH. 1281 / M. 1864-1865
-
Celi Sülüs
-
Nesih, SülüsH. 1273 / M. 1856-1857
-
Muhakkak
-
Nesih, SülüsH. 1263 / M. 1846-1847
-
SülüsH. 1291 / M. 1874-1875
-
Celi SülüsH. 1250 / M. 1834-1835
-
Nesih, Sülüs
-
Celi Sülüs
-
Nesih, SülüsH. 1282 / M. 1865-1866
-
Sülüs
-
Sülüs, Celi SülüsH. 1279 / M. 1862-1863
الأساتذة
التلامذة
Ketebe.org İsmail Orman
Orta boylu, şişmanca,
mavi gözlü, güzel ve güler yüzlü, sarıdan dönmüş beyaz sakallı ve yanakları
pembe olarak tarif edilen Mustafa İzzet Efendi’nin havass ve avam nezdinde de
pek muhterem, nâzik ve edib bir merd-i kâmil olduğu, teşerrüf edenler
tarafından müttefiken ifâde
edilmiştir. İlmî pâyesine istinâden hattatlar ve musikîşinâslar beyninde “Kazasker Efendi” nâmıyla yâd
olunurdu. Eserlerine daha ziyade “İzzet” ismiyle ketebe koymuşsa da, İtalya,
Frenze’deki mushafında olduğu gibi, erken tarihli eserlerini “İzzeti” mahlasıyla imzaladığı bilinmektedir.
Aklâm-ı sitteyi, Galata Sarayı’ndaki eğitimi esnâsında, Hamidiyye
Evkafı kaymakamı Çömez Mustafa Vâsıf Efendi’den meşketmiş olan Mustafa İzzet
Efendi, hasletindeki yüksek istidâddan
dolayı hüsn-i hatta kısa zamanda kemâle erişmiş, eslâfın yazılarını tetkikle
kendi üslubunu tesis ederek, çağdaşları arasında mümtâz bir mevki elde etmişti. Necmeddîn Okyay’ın ifâdesine nazaran, bilhassa Hâfız Osman
tarzında yazdığı nesihte “kelebek uçuşlarını” andıran tatlı ve yumuşak bir
üsluba sahipti. Bu cümleden olan H. 1286/M. 1869-1870’te nesihle istinsâh ettiği Şâd
Kelime-i Hazret-i Alî adlı eseri, aynı yıl içinde Mühendisoğlu Kulları
Matba’ası’nda taşbasma olarak basılmıştır.
Yazıdaki mahâreti
sâyesinde ikbâle de kavuşmuş, muhtelif ilmî ve idârî görevler elde etmişti. Ancak bu görevler yazı çalışmalarına
tam anlamıyla kendini vermesini engelliyordu. Nitekim Eyüp Cami Hitâbeti’ni ifâ
ettiği esnâda cuma günleri yazı yazmağa ara veren Mustafa İzzet Efendi’nin, bu
fâsılanın yazı yeteneğindeki etkisini belirtmek için “cumartesi günleri yazdığım
yazıları, aradan kırk yıl geçse ensesinden tanırım!” dediğini, yine Necmeddîn
Okyay’dan naklen Uğur Derman söylemektedir.
İmâm-ı sultânî olduğu esnâda Sultân Abdülmecîd’in yazı hocalığını da üstlendiğini ise merhum Ali Alparslan söylemiştir. Öte
yandan sultânın Mahmud Celâleddîn’in
tarzını benimsemiş olmasından dolayı, sülüs celîsinde bir müddet o vadide yazı
yazan Mustafa İzzet’in, bilâhare tekrar Mustafa Râkım yoluna dönmek
istediğinde, el melekesinden dolayı buna tam anlamıyla muvaffâk olamadığı ve bu
nedenle sülüs celîsinde her ikisinin de etkilerini barındıran, kendine mahsus
bir şiveye sahip olduğu, yine onun ifâdelerindendir.
Sanat yaşamı boyunca 11 mushâf-ı şerîf ve hemen hemen bir o
kadar Delâ’ilü’l-hayrât, 30’dan ziyâde En’am, 200’den fazla hilye-i sa’adet ve
pek çok kıt’a ve murakka’ yazmış olduğu tespit edilmiştir. Eserleri Türkiye’nin
ve dünyanın en önemli müzelerini süsleyen Mustafa İzzet Efendi’nin Ayasofya
Cami’nde asılı duran İsm-i Celâl, ism-i Nebevî ile dört halife ile Hasan ve
Hüseyin’in isimlerini ihtivâ eden elvâh-ı celîlesi ise, hüsn-i hattaki
kudretine timsâlleridir.
Gerçekten de birer sanat şâheseri
olan bu levhâlardaki yazılar Mustafa İzzet’in
kaleminden çıkmış, şâkirdânından Mehmed Şefîk Bey ve Çırçırlı Mehmed Alî Efendi’nin himmetleriyle büyütüldükten
sonra 35 santimetrelik kalemlerle her biri 7,5 metre çapındaki levhâlara
işlenmişti. Tüm bu işlemler ise caminin içinde yapılmıştı.
Bu nedenle, Ayasofya’nın 1934’te müzeye dönüştürülmesinin
ardından, Amerikalı araştırmacı Wiltmore’un mozaikleri incelemek üzere aldığı
izin nedeniyle yerlerinden indirilen levhâların
Sultanahmet Cami’ne asılması kararlaştırıldığında, kapıdan çıkarılmaları mümkün
olmamıştı. Tahsisât etksikliği nedeniyle uzun müddet yerlerine yerleştirilemeyen
bu levhâlar, nihâyet 1949 yılında İbnülemin Mahmud Kemal
İnal’ın öncülük ettiği kampanya neticesinde gerçek yerlerini bulmuşlardır.
Ayasofya, Hırka-i Şerîf, Büyük Kasım Paşa, Küçük Mecîdiye,
Sinan Paşa ve Yahyâ Efendi camilerindeki kubbelerini süsleyen Nûr âyetleri de
onun dest-i hattı olup yine şâkirdânı tarafından aynı kalıp kullanılarak
tatbîk edilmişlerdir. Bunların yanısıra sâ’ir mahâllerde mahkuk çok sayıda
kitâbesi de vardır.
Ta’liki, Yesarîzâde Mustafa İzzet Efendi’den meşketmiş olan Mustafa
İzzet Efendi’nin, ta’likten icâzet aldığı esnâda şu kıt’ayı söylemiş olduğu
menkuldür:
Nazâr-ı şeh ile kıt’a-i garrâ
Levhâ-i mihre nâz ederse sezâ
Şâh-ı asrın ki ser-mü’ezziniyim
N’ola eyler isem İmâd’a salâ
Buradan da anlaşıldığı üzere, icâzetini Sultan Abdülmecid’in
ser-mü’ezzini olduğu 1850-1852 yılları arasında almış olan Mustafa İzzet
Efendi’nin, sonradan dahil olduğu bu vadide, devrinin en önemli ta’lik hattatı
olan hocası seviyesinde olmasa da, ibrâz-ı
kemâl etmiş olduğuna asarı şahittir. Bilhassa gençlik yıllarında kaleme aldığı, hâlen
Sabancı Koleksiyonu’nda bulunan bu mushâf-ı şerîfi ile İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi’ndeki delâ’ilü’l-hayrâtı hatt-ı
ta’likteki mahâretinin en büyük delilleridir.
İbnü’l-Emin Mahmud Kemal İnal, Son Hattatlar İbnülemin Mahmud Kemal İnal
Başında Nakşî tâcı ve arkasında Dehlevî hırkāsı olduğu hâlde bir Remezân günü Bayezid Cami’nde mü’ezzin mahfilinde kendi hatmini okurken birkaç zât namazda kāmet almasını recâ etdiler. “Ekseren bu cami’e pâdîşâhımız geliyor, benim sesimi işitecek olursa iyi olmaz!” dedi ise de, pâdîşâhın o gün İstanbul’a gelmediğini ve gelmiyeceğini te’mîn etdiler. İkindi namazında bülend-âvâz ile ve kemâl-i letâfetle kāmet alırken pâdîşâh cami’e girdi ve namaza durdu. Namaz ve teşbih bitdikten sonra Yâver Işkır Alî Bey [Paşa] mahfile çıkub “Şevketlû efendimiz su’al buyuruyorlar, kāmet alan kimdir?” demesile mü’ezzinbaşı, Mustafa İzzet Efendi’yi gösterdi.
Alî Bey – kapu yoldaşlarından olduğu hâlde oruç hâlile tanıyamayub bir Özbek derviş olduğunu arzedince – bir kere gördüğü âdemi, bir kere işitdiği sesi bir daha unutmıyan pâdîşâh: “Mustafa Efendi’nin sadâsını ben bilmez miyim? Özbek’dir diye beni mi aldatıyorsunuz?” dedi. Mü’ezzin mahfilinde bulunanların birer birer aşağı inmelerini emretdi. İnenler arasında efendi görünmediğinden diğer bir âdem daha göndererek onu da indirtdi. “Mustafa Efendi’yi ben bilmez miyim?” dedi.
Hıdmetini terkederek bu kıyafete girdiğine pek ziyâde kızdı. Derhâl imhâsını parmağı ile ve şiddetle işaret eyleyince Husrev Paşa “Fermân efendimizin!” dedi. Pâdîşâhı dâ’imâ hayra sevkeden Musâhib Sa’id Efendi “Paşa sen çocuk musun, ne yapıyorsun?” diye eteğinden çekdi. Pâdîşâh da, kemâl-i hiddetinden cami’de durmayub Dolmabağçe Sarayı’na gitdi. O gece Terâvih Namazı’ndan sonra musâhiblerden Kömürcüzâde Hâfız Efendi’ye: "Senin Hac refîkine ne dersün? Özbek kıyafetile Bayezid Cami’ mahfiline çıkub “Ey cema’at-i müslimîn! işte beni gördünüz mü? Pâdîşâh-ı zamâne, sînin-i vafîre hıdmet eyledim. Emeğim şu kıyafetde karar verdi.” diyerek halka teşhir ediyor. Bunun içün ifnâsı hakkındaki fermanın, Sa’id Efendi’nin uyarısı ve Husrev Paşa’nın isteği ile affedişim nefyine netice verdi." dedi.
Kömürcüzâde ertesi gün Bayezid Cami’nin muvakkithânesinin önünde Mustafa Efendi’ye tesâdüf ederek “Şevket-me’ab efendimiz, Özbek kıyafetile göründüğüne kızdılar. Kıyafetini tebdil et. Başına fes giy!” demesile “Sikkeyi başka kisveye tebdil edemem!” cevabını aldı. Bunun üzerine Kömürcüzâde de: “Öyle ise bir daha nazâr-ı şâhâneye görünecek yerlerde bulunma. Zirâ hakkında zarar verilmesi me’mûldur.” dedi.
Mustafa Efendi, nasihati kābûl ederek evine
gitdi. O gece yine terâvihden sonra pâdîşâh, Kömürcüzâde’yi ihzâr ederek “Gerçi
nefyden de affetdim amma şu kıyafetle beni ilân edişine pek canım sıkıldı.” dedi. Bunun üzerine Kömürcüzâde, “Bugün Bayezid
Muvakkithânesi’nin önünde gördüm, tekdir-âmiz pek çok söz söyledim. Buna
mukābil o, “Bir bende, velini’metine
hâlini arz eder mi, etmez mi?” dedi. Ben de, “Evet, eder.” dedim. “Bu hey’et-i ihtiyârım, veli’nimet efendimize arz-ı
ahvâle vesile olur mütâle’asına münhâsır idi. Hâl-i acz istimâlimi
anlatamadığımı anladığımdan pek me’yus oldum.” dedi ve ağlıyarak evine gitdi.”
demesile pâdîşâh, önüne bakdı. Bir şey söylemeksizin odasına gitdi. Ertesi gece
yine terâvihden sonra “Hâfız Efendi ne dediydi?” diye sormasıle Kömürcüzâde evvelki arzını tekrar
etdi. Pâdîşâh “Benim ona dargınlığım yokdur. Ancak hüner ve kādrini zâyi’
etme sevdalarında gördüğümden canım sıkılıyor.” dedi. Huzurdaki bendegân, arz-ı şükrân ve müttefiken
Mustafa Efendi’ye senâ etdiler.
İbnü’l-Emin Mahmud Kemal İnal, Son Hattatlar İbnülemin Mahmud Kemal İnal
Efendi merhûmla senelerce Bebek’de komşuluk ederek suhbetinden istifâde eden babam Mehmed Emîn Paşa merhûm, arkadaşlık etdiği o tür erbâb-ı kemâl arasında Mustafa İzzet Efendi’ye mümtâz bir mevki’ verir ve emsâlinin mevcût olmadığını söylerdi.
...
Ney üflemekde emsâl-i nâdir gelenlerden olduğunu dinliyenlerden dinledik. Neyini Sultan Mahmud, pek ziyâde takdir edermiş. Hattat ve musikî-şinâs Beşiktaşlı Nûrî Efendi nakletdi:
Muhsinzâde Abdullah Bey’in yalısında duvara asılı bir ney dururmuş. Efendi yalıya geldikçe Abdullah ve Şefîk beyler, neyi duvardan indirüb ve kılıfını çıkarub kemâl-i hurmetle önüne koyar ve derhâl dışarı çıkarlarmış. Sebebini soranlara “Efendi, üfle de dinliyelim yolunda bir terbiyyesizliğe mahâl vermemek içün çıkarız. Efendi kendi zevki içün üfler ve müte’essir olub ağlar, biz de dışardan dinleyüb hâlleniriz.” derlermiş.
Pek latîf, pek üstâdâne şarkı ve semâ’îleri vardır. Üniversite Kütübhânesi’nin müze kısmında kendi yazısı ile nefîs bir şarkı mecmu’ası mevcûtdur ki, kendinin ve diğer üstâdların eserlerini hâvidir.Efendi, Bebek’de Yusuf Kâmil Paşa’nın komşusu olduğu içün, yazın yalıya, kışın da İstanbul’daki kâşâneye gelir, gece kalırdı. Vükelâ ve küberâdan bazı zevât da gelirler, Efendi’nin can-fezâ nağmelerini dinlemek emelinde bulunurlardı. Efendi’nin resmî mertebesinden ziyâde şâhsının ulviyyetine hurmet edildiğinden sâ’ir musikî erbâbına söylendiği gibi “Bir şey okuyunuz da dinliyelim!” denilemezdi. İrfân-ı kâmil ashâbından olan meclisin sahibi, sözü bir münâsebetle musikîye intikāl etdirdikten sonra el vurub içeriye gelen hademeden birine “Ağaları çağır gelsünler, efendi hazretlerini eğlendirsünler.” der ve konakda dâ’imâ hazır ve emre muntazır olan hânende ve sâzendeleri pek kibârâne ve zarifâne tarzda celbederdi.
O vaktin tâbirile “ağalar” dediği hânende ve sâzendeler – ki mesleklerinde mâhir efendiler idi – odanın münâsib bir yerinde oturarak onun seçdiği mekāmdan mühim bir peşrevi kemâl-i letâfetle çalarlardı. Müte’akiben, yine onun istediği bir besteyi okumağa başlayınca Mustafa Efendi, oturduğu minderden kalkarak hânende ve sazendelerin yanlarına gider, onlarla birlikde okumağa başlardı. O dakîkadan itibaren nağmeler, başka hâlet ve hâlâvet peydâ eder, huzzâr, cennet nağmeleri dinliyormuşcasına mest-i safâ olurlardı.
Bu kadar irfân ve kemâl ile beraber – bazı zevât gibi – “kimyâ-yı hülyâ!” ile oğraşarak bazı eczâ ile altın yapmak sevdâsına düşmüş; en mühim kimyâ, elindeki kalem-i zer-nigâr olduğunu takdir etmiyerek, eline geçen paraları bu uğurda mahvetmesi, şâyân-ı te’accüb ve te’essüfdür.
İslam Ansiklopedisi yıl: 2006, cilt: 31, sayfa: 304-307
Halen Kubbealtı Akademisi Kültür ve Sanat Vakfı koleksiyonunda bulunan iptidai seviyede sülüs-nesihle yazılmış bir kıtayı rikā‘ hattıyla “Sevvedehü’s-Seyyid Mustafa el-İzzetî fî Sarây-ı Galata behâne-i ser 23 Rebîülevvel 1233 (31 Ocak 1818)” şeklinde imzaladığına göre onun bu tarihten daha önce, muhtemelen Ali Paşa dairesinde iken sülüs-nesih-rikā‘ hatlarından icâzet aldığı ve kendisine İzzetî mahlası verildiği söylenebilir. Ancak Çömez Mustafa Vâsıf Efendi’den alınan bu icâzetnâme günümüze ulaşmamıştır. Mustafa İzzetî imzasıyla 1241 (1826) tarihli kıtası görülen hattat daha sonra mahlasını İzzet’e çevirmiştir...
Sarayda kayıt altına girmekten hoşlanmayan ve sanatkâr ruhu gitgide bunalan Mustafa İzzet, sûfiyâne bir ömür sürmeyi arzuladığından asker zâbitliği vazifesiyle saraydan ayrılmak istedi. Ancak kendisine olan teveccühü bilindiği için hiç kimse bunu padişaha arzetme cesaretini gösteremedi. Bunun üzerine Mustafa İzzet hacca gitmek için izin talep etti. 1831 yılında mürşidi Nakşibendî şeyhi Kayserili Ali Efendi ve hocası Kömürcüzâde Hâfız Mehmed Efendi ile beraber hac yolculuğuna çıktı...
Mustafa İzzet Efendi, Çömez Mustafa Vâsıf Efendi’nin sülüs-nesih ve rikā‘ yazılarında en seçkin talebesidir; şiveli ve çok akıcı bir üslûba sahiptir. Altmış yıla yaklaşan hüsn-i hat hayatı boyunca nesih hattıyla on (veya on beş) mushaf yazmıştır (bunlardan görülebilen üçü şunlardır: TİEM, nr. 408 [1259/1843]; Demirören koleksiyonu [1262/1846]; TİEM, nr. 406 [1288/1871], II. Abdülhamid’in Müşfika Kadınefendi’ye evlilik armağanı olan bu son mushaf 1986’da bastırılmıştır). Mehmed Emin Âli Paşa için yazdığı mushafın Irak kral nâibi Abdülilâh tarafından alınıp Bağdat’a götürüldüğü ve 1958 Irak ihtilâlinde diğer kıymetli yazmalarla beraber yok edildiği bilinmektedir. Mustafa İzzet ayrıca Amme cüzü (TİEM, nr. 1191 [1257/1841]), on-on beş delâil, otuzdan fazla en‘âm-ı şerif, sülüs-nesihle kaside (Sabancı Müzesi, nr. 164, Ķaśîdetü’l-Bürde murakkaı, yirmi üç kıta [1265/1849]), 200’ün üstünde hilye (TSMK, Güzel Yazılar, nr. 475, 777, 813; TİEM, nr. 3241, 4407; İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Müzesi, nr. 2970, 3567), nesihle Hilye-i Hâkānî (TTK Ktp., nr. Y 278 [1259/1843]), sayısız kıta, murakka‘ (İÜ Ktp., İbnülemin, AY, nr. 6917, 6918) yazmıştır. Büyük boyda hilye-i şerif yazma geleneğini de o başlatmıştır (TSMK, Güzel Yazılar, nr. 1243, 106 × 84 cm. [1293/1876]; TİEM, nr. 3241,140 × 100 cm. [1279/1862]). Nesih hattıyla basıma uygun olarak yazdığı harflerin hakkâk Ohannes Mühendisyan tarafından 1866’da kalıpları hazırlanmış, harf inkılâbına kadar Osmanlı matbaacılığında bu harfler tercih edilmiştir.
Mustafa İzzet’in, “Benim yazılarımda evâil-evâhir yoktur” şeklinde bir sözü nakledilirse de onun hattı ömrünün sonuna kadar tekâmülünü sürdürmüştür. Eserlerini inceleyen Necmeddin Okyay hattatın 1863’ten sonra yazdığı nesihleri uçan kelebeklere benzetir. II. Mahmud’un da hocası olan Mustafa Râkım’ın vefatında Mustafa İzzet yirmi beş yaşına erişmiş bulunduğuna göre kendisiyle Enderûn-ı Hümâyun’a girdikten sonra tanışmış olmalıdır. Onun II. Mahmud’un vefatına kadar yazdığı yazıları sülüs-nesih ve hurde ta‘lik nevindendir. Sultan Abdülmecid’in hat hocasının Mahmud Celâleddin’in talebesi Mehmed Tâhir olması dolayısıyla Celâleddin tavrını beğenir ve çevresindeki hat üstatlarının o yolda yazmalarını istermiş. Bu sebeple Mustafa İzzet’in celî sülüsleri padişahın 1861’de ölümüne kadar Celâleddin tavrıyla benzerlik gösterir. Ancak bu tarihten sonra Râkım üslûbunu araştırıp inceleyen İzzet Efendi’nin talebesi Muhsinzâde’ye, “Tutulacak yol Râkım yolu imiş, biz bunu anlamakta niye gecikmişiz?” dediği nakledilir. Onun, Fâtih Camii hazîre çevresindeki Râkım’a ait şaheser celî sülüs kitâbelerin önünde uzunca oturup bunları seyrettiği bilinmektedir ve dostlarına söylediği, “Şeyh (Hamdullah) gibi, Hâfız Osman gibi yazı yazdım. Lâkin Râkım’ın bir harfine bile yanaşamadım” sözü meşhurdur.Mustafa İzzet tuğrakeş olmamakla birlikte II. Mahmud adına ta‘lik harfleriyle bir de tuğra tertiplemiştir. Ancak Mustafa Râkım’ın geliştirdiği sülüs ağırlıklı tuğra yanında onunki bir deneme niteliğinde kalmıştır.
Mustafa İzzet hurde ta‘lik hattıyla birkaç kitap yazmıştır: 1251’de (1835) bir delâilü’l-hayrât (İÜ Ktp., Yıldız, AY, nr. 5559); 1253’te (1837) bir Kur’ân-ı Kerîm (Sabancı Müzesi, Hat Koleksiyonu, nr. 281); 1254’te (1838) Mustafa Kâni’nin Telhîs-i Resâilü’r-rümât (İÜ Ktp., Yıldız, TY, nr. 6891). Bu yolda yazdıkları, kendisinden çok önce aynı yazı neviyle hacimli kitaplar istinsah eden Buharalı Derviş Abdî-i Mevlevî ve Durmuşzâde Ahmed efendiler ayarında değildir.
M. Uğur Derman
İslam Ansiklopedisi yıl: 2006, cilt: 31, sayfa: 307
Sarayda daha çok Neyzen Mustafa lakabıyla tanınan Mustafa İzzet, II. Mahmud’un vefatına kadar (1839) küme fasıllarının vazgeçilmez sanatkârlarından oldu. Bir defasında fasılda II. Mahmud’un şarkıları okunduktan sonra Mustafa İzzet’e şarkılar hakkında fikri sorulduğunda hükümdarın eserlerinin şarkıların padişahı olduğunu ifade etmesi padişahı çok memnun etti. Saray fasıllarında Hamâmîzâde İsmâil Dede, Dellâlzâde İsmâil Efendi, Şâkir Ağa, Tanbûrî Nûman Ağa, Zeki Mehmed Ağa, Suyolcuzâde Sâlih Efendi, Tanbûrî Necib Ağa, Kemânî Ali Ağa, Basmacı Abdi Efendi gibi ünlü mûsikişinaslarla birlikte hânende ve sâzende olarak bulundu. Dellâlzâde İsmâil Efendi, Hâşim Bey ve hânende Rifat Bey onun “hâce-i zaman” olduğunu söylemişlerdir. Hayatının sonlarına doğru sesinin kalınlaşmasına rağmen fasıllarda tiz perdelerde hiç zorlanmazdı. Tiz nağmelere gelindiğinde diğer hânendeler bir oktav peste inince onun tiz nağmelerdeki ustalığı kendini gösterirdi.
Mustafa İzzet dinî ve din dışı formlarda fazla eser bestelememiş, ancak her biri ayrı özellikte olan eserleriyle tanınmıştır. Dellâlzâde İsmâil bestelediği eserleri önce İzzet Efendi’ye okuyup onun görüşünü alır, daha sonra bir mûsiki toplantısında bestesi hakkında konuşmak isteyenlere de bu eserin İzzet Efendi tarafından beğenildiğini, dolayısıyla artık değiştirilemeyeceğini söylerdi.
El yazması güfte mecmualarında daha çok şarkı ve duraklarına rastlanmakta, İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi’nde kendi el yazısıyla bir güfte mecmuasının bulunduğu kaydedilmektedir. Sadettin Nüzhet Ergun onun dört durak ve bir ilâhisinin güftesini (Türk Mûsikisi Antolojisi, II, 544-546), Yılmaz Öztuna günümüze ulaşan üç durak, bir ilâhi, birer peşrev, ağır ve yürük semâi ile on dokuz şarkıdan ibaret yirmi altı eserinin listesini (BTMA, II, 80) vermektedir. Türkiye Radyo Televizyon Kurumu repertuvarında on dört şarkı ve bir peşrevinin notası yer almaktadır. Bunlar arasında, “Doldur getir ey sâkî-i gül-çehre piyâle” mısraıyla başlayan segâh, “Ey serv-i nâzım reftâr-ı bâlâ” mısraıyla başlayan bestenigâr ve, “Bir sebeple sen gücenmişsin bana” mısraıyla başlayan eviç şarkısıyla, “Rûm’da Acem’de âşık olduğum” mısraıyla başlayan hümâyun ilâhisi günümüzde de okunan eserlerindendir.